20 Kasım 2014 Perşembe

Bitkiler

Bitkiler


Bitkinin sahip olduğu 3 temel öğe vardır.Bunları tek tek ele alalım.
1-)Kök: Bu temel öğelerden ilki bitkinin "kök" üdür.Kök bitki için gerekli tüm su ve mineral maddeleri tıpkı bir vakum gibi emerek gövde ve yapraklara kadar iletir.Kökün mucizevi bir özelliği ise salgıladığı bazı kimyasal maddelerle kendisini toprak altında yaşayan kurt, solucan ve mikroorganizmalara karşı korumasıdır.Bu gerçektende bir bitki için ilginç bir durum teşkil etmektedir.Çünkü kapkaranlık toprağın içinde bir kök'ün böcek ve mikroorganizmaların hoşlanmadığı bir kimyasalı üretip salgılaması dış dünyadan habersiz bitkiden beklenilmeyecek bir durumdur.
 2-)Gövde: İkinci temel öğe olan gövde, yerine getirdiği fonksiyonlar itibariyle mükemmel bir yapıdır.
Bahçelerde sokaklarda koskoca ağaçları görürüz.Devasal bir gövdeleri vardır, üzerlerinde de binlerce yaprak.Fakat gövde dışarıdan görüldügü gibi sadece odunsu bir dokudan oluşan basit bir yapı degildir.
 
Ağacın gövdesi inanılmaz bir esnekliğe sahiptir.Bu esneklik, rüzgar ve vahşi hayvanların yaptığı dış etkilere karşı bitkinin gövdesinin kırılmasını engeller.Tabii saatte 200 km. ile esen kasırgaları saymazsak.Elbetteki gövdenin harikulade özellikleri saymakla bitiremeyiz. Gövde içerisinde tıpkı bir su şebekesi gibi döşeli bir borucuk ağı vardır.Bu ağı oluşturan boruların büyütülmüş şekilleri aşağıdaki resimlerde görülmektedir.(Sağdaki resimde gerçek hali görülmekte)
Şekilerde görülen kısa borular, bitki içerisinde bir intizamla dizilerek hem suyu yukarı doğru çıkarmakta hemde yukarı çıkarma esnasında suyun bir kısmını boruların etrafında dizilen hücrelere aktarmaktadır.
Bu sistem tıpkı insandaki kandamarı ağına benzer.Yukarı çekilen su böylelikle serbest bir akımla her tarafa dağıtılmış olur. Suyun yukarı çıkmasına sebep olan kuvvet ise "osmotik basınç" ve "emme basıncı" adı verilen iki kuvvetdir.Örnegin kuru bir kağıdı diklemesine suya batırdığınızda suyun yukarı doğru çekildiğini görürsünüz.Burada meydana gelen hadise emme basıncıdır ve bitkilerde suyun hücreler tarafından yukarı çekilmesine neden olur.Hücreyi, örneğimizdeki kağıt olarak düşünebilirsiniz. Osmotik basınç ise hücre içindeki iyon ve mineral konsantrasyonu fazla olduğu hallerde ortaya çıkar.Hücre içerisindeki iyon ve mineral konsantrasyonu yükselince hücre derhal su almaya başlar.Hücrenin bunu yapmasındaki amaç, içerisindeki iyon konsantrasyonunu düşürerek normal seviyeye getirmek istemesidir. İşte hücrenin, iyon konsantrasyonunu düşürmek için suyu çekmek istemesi, "Osmotik basınç" kuvvetini doğurur.Bu basınç tek bir hücre için çok küçük bir kuvvet olsa bile bir ağaçta trilyonlarca hücre vardır ve herbir hücrenin çekiminden doğan kuvvetlerin toplamı, suyun toprak yüzeyinden onlarca metre yukarı çekilmesini sağlar.Yandaki ağacın yüksekliği yaklaşık 35 metredir.Bu kadar yüksekliğe su çıkarmak için apartmanlarda kullanılan güçlü bir hidrofora ihtiyacınız olacaktı.
Fakat bitki, sahip oldugu mükemmel anatomik yapısı sayesinde bu problemin üstesinden gelerek suyu rahatlıkla topraktan çeker ve yapraklara kadar iletir. Afrikada ki bazı balta girmemiş ormanlarda yuksekliği 120 metreye kadar varan ağaçlar yaşamaktadır.Bu ağaçlar topraktan o kadar fazla su çekerlerki, ağacın gövdesine kulağınızı dayadığınızda akan suyun sesini net bir şekilde duyabilirsiniz.  Gövdenin diğer bir muhteşem özelliği kabuk üretip zamanla bu kabukları dökmesidir.Hiç merak ettinizmi bitkiler neden kabuk üretirler ve neden belli bir zaman sonra bu kabukları dökerler?.Bir bitki çok zor şartlar altında yaşar.Bitkinin en büyük düşmanlarından birisi ise mikroorganizmalardır.Mikrroorganizmalar insanları hasta ettiği gibi bitkileride hasta ederler. Fakat bitkiler bu hastalıklardan korunmak için gene dahiyane bir çözüm bulmuşlardır. Ağaçlar etraflarını saracak bir şekilde kabuk üretirler.Bu kabuklar oldukça kalın bir yapıya sahip olup bakterilerin iç taraflara kadar nüfus etmesini engeller.Bazen kabuk bağlamakta işe yaramaz.Bu sefer ağac bu kabukları dökmeye başlar.Böylelikle hem taze bir örtüye kavuşur hemde bakteri yuvasına dönen kabukları kendilerinden uzaklaştırmış olur.   Bazı ağacların etraflarından yapışkan bir sıvının sızdığını görürsünüz.Halk arasında "Çam sakızı" adı verilen "Reçine" sıvısı, biyokimyasal olarak bitki tarafından üretilmiş mükemmel bir ilaçtır. Ağac, vahşi hayvanlar ve insanlar tarafından üzerinde bir yara meydana getirildiği takdirde bu sıvıyı derhal salgılamaya başlar.Yaralanan bölge bu sıvı ile kapatılarak hem mikroorganizma saldırısı engellenmiş olur hemde yaranın çabucak iyileştirilmesi sağlanır. Bu sıvının en önemli özelliği mikrop kırma özelliğinde olmasıdır.Yani bu sıvıya yaklaşan bakteriler sıvıyla temas etmesi halinda ölürler.Ayrıca "Kalloz" adı verilen ve reçineye benzeyen diğer bir ilaç ise kış mevsimi geldiğinde, yukarıdaki resimlerde görülen boruları bir tıkaç gibi tıkayarak su akışını engeller.Böylelikle suyun ulaşamadığı yerlerde donma tehlikesi ortadan kalkar.
3-)Yapraklar: Yapraklar bir bitki için vazgeçilmez organlardır.Biz insanlar nasıl ki ellere muhtacız, bitkilerde o derece yapraklara muhtaçtır.
Bir yaprak bitkinin terleme, fotosentezle oksijen üretme, yine fotosentez sayesinde besin üretme, bazı bitkilerde üremeye yardımcı olma ve atmosferle gaz alışverişinde bulunma gibi bir çok fonksiyonunu yerine getirir.Tabii bu kadar fonksiyonu yerine getiren yaprak oldukça karmaşık bir yapıya sahip olup hücrelerinde karma karışık kimyasal reaksiyonlar cereyan eder.Yaprakların içerisinde meydana gelen fotosentez, olağan üstü bir karmaşayla gerçekleşmektedir.Hücrelerin kendi karmaşaları bir kenara fotosentez için yüzlerce enzim görev almıştır.
Bu reaksiyonlarda görev alan en önemli yapı ise "Klorofil" adı verilen bir moleküldür.Bu molekül güneşten gelen ışığı soğurarak kimyasal enerjiye çevirir.Çevrilen bu enerji bir çok kimyasal reaksiyon basamakları için gerekli olan enerjidir. Karmaşa ise bunda sonra başlamaktadır.Bitkinin yapraklarında gercekleşen fotosentez olayında elektron transfer zinciri adı verilen bir dolanım sistemi sayesinde, su molekülleri, fotosentez reaksiyon basamaklarının birisinde parçalanır.Tabii bu parçalanma esnasında hidrojen(H) ve oksijen(O)atomları serbest kalır. Serbest kalan bu atomlardan hidrojen atomu bitki içerisinde tekrar kullanılırken oksijen atomları ise atmosfere bırakılır. Aşağıda klorofil molekülünü ihtiva eden "Kloroplast" pigmentinin bir şeması görülüyor.
Şekilde görülen yapı "Kloroplast" pigmentidir.Pigmentin içinde miskete benzeyen daha kücük yapılar görülmektedir.Bu yapılar ise "Grana" adını alır ve fotosentez basamaklarının bazıları bu bölgede meydana gelir.
Işığı absorbe ederek kimyasal enerjiye çeviren "Klorofil" molekülleri ise granaların içerisinde bulunurlar.Kloroplast pigmenti güneş ışığına maruz kaldığında hareketlenmeye başlar ve yaprak hücresinin içerisinde sürekli dolanırlar.Bu dolanım hareketlerini yapmasının nedeni ise güneş ışığından maksimum verim alabilmesi içindir. Kloroplast pigmentinin rengi ise yeşildir.Bitkilerin yapraklarının yeşil görünmesinin nedeni bu pigmentlerden dolayıdır.Buna karşın bitkinin gövdesinde kloroplast miktarı daha düşüktür. Şu an bu yazıları okurken soluduğunuz oksijen, dışarıdaki bitkilerden  birisinin yapraklarındaki fotosentez reaksiyon basamaklarında parçalanan suyun oksijenidir.Eğer fotosentez basamaklarındakı yuzlerce enzimden birisi eksik olsa idi şu an yeryüzünde olmayacaktık.Görüyoruzki hayatımız, bitkilere verilen kusursuz görevler sayesinde devam ediyor. Bitkiler yaprakları sayesinde diğer canlılar gibi solunum yaparlar.Yapraklardaki özelleşımiş yapılar, solunumun belli bir düzen içerisinde meydana gelmesini sağlarlar.Nasılki biz koşarken solunum hızımızda koşma hızımıza paralel olarak artıyorsa, bitkilerde de aynen böyle bir feedback mekanizması mevcuttur.
Yukarıda görülen ilginç şekiller, yaprak üzerinde bulunan ve "Stoma" adını alan açılıp kapanma özelliğine sahip yapılardır.
Örneğin hava çok sıcak ise bitki stomalarını kapayarak terlemeyle dışarı atılacak su kaybını engeller.Veya havadaki karbondioksit (CO2) miktarı fazla olursa stomalar ardına kadar açılır.Bu sayede havadan maksimum CO2 yi absorbe eden bitki hızlı bir şekilde fotosentez yapar ve kendisi için besin üretir.Tabii aynı zamanda atmosferede oksijen verir. Yapılan tahmini hesaplara göre yer yüzünde her yıl bitkiler tarafından kullanılan su miktarı 280 milyar ton, CO2 miktarı 680 milyar ton, ve kullanılan bu maddelere karşılık olarak atmosfere bırakılan oksijen miktarı ise 500 milyar tondur.Biraz düşünecek olursak bitkilerin gerçekte hayatımız için ne kadar önemli olduğunu kavrayabiliriz.Dış dünyadan bihaber olan bu harika yaratıklar her an her saniye hiç durmadan, canlıların oksijen soluması icin çalışmaktadırlar.

Bitkilerde Üreme Sistemi


Bitkilerin üreme sistemleri diğer canlı hayvanlarınkinden oldukça farklıdır.Farklı olmalarına karşın nesillerini devam ettirebilmek için kullandıkları yöntemler akıllara durgunluk vermektedir.
Bitkilerde tıpkı diğer canlılar gibi iki cinsten oluşur.Erkek çiçeklerin görevi, dişi çiçeği döllemek için polen üretmektir.Polen dişi çiçeğe vardığı vakit erkek çiçekten getirdigi DNA yı dişi çiçeğin eşey organlarındaki DNA ile karıştırır ve böylelikle yavru bir bitkinin macerası başlamış olur. Öncelikle bir çiçeğin anatomisini inceleyelim.


Not : Bir bitkide erkek üreme organları ile dişi üreme organları aynı çiçek üzerinde olabilir.
Bitkilerde erkek üreme organları ve dişi üreme organları aynı çiçek üzerinde olsa bile birbirlerini döllemeleri bazı mekanizmalarla engellenmiştir.Bu mekanizmalara ileriki satırlarda değineceğiz. Bir bitki yavrusunun macerası polen üretimiyle başlar.Polen, erkek üreme organları (anter) tarafından üretilen ve kendisine verilen yarı miktardaki DNA yı dişi çiçeğe götürmekle yükümlü yapılardır.Bu yapılar çok uzaklardaki dişi çiçeğe kadar ulaşabilirler.Asağıdaki şekillerde polenlerin üretildiği "Anter"  lerden kesitler görülmektedir.

Şekillerde anterlerin içinde gelişmekte olan polenler gayet net bir biçimde görülmektedir.Bu polenler zamanı gelince anterin patlamasıyla dışarı saçılacak ve saçılmasıyla birlikte rüzgar, su ve böcek gibi iletici faktörlerle dişi çiçeğe kadar ulaşacaktır.
Böceklerin ve rüzgarların bitkiler açısından hayati bir önemi vardır.Çünki bitkilerin üremelerinde rol oynayan böcekler, polenleri taşıyan birer aracı gibidirler. Polenler, az öncede belirttiğimiz gibi erkek üreme organları tarafından kendilerine verilen yarı miktarda DNA yı taşırlar.Bu yarı miktardaki DNA dişi çiçekteki yarı miktar DNA ile birleşince bir bitkide olması gereken tam DNA yı verir.Dolayısıyla meydana gelecek yavruda bir anormallik olmaz.Fakat buna karşın doğada yarı miktardan daha fazla DNA taşıyan polenlerde vardır. Bu polenler anormal bir gelişmenin ürünü olarak dişi çiçeği döllediklerinde meydana gelen yavruda anormal olur. Yukarıda anter içinde gelişmekte olan polenlerin birde orijinal hallerini görelim (anterden çıkmış hali).

Yukarıdaki şekillerde tabiatta serbest gezinen polenlerin göze hoş gelen resimleri görülüyor.Polenlerin dış yüzeyindeki dikensi yapılara dikkat edin.
Bu yapılar, rüzgar ve böceklerle dişi çiçeğe ulaşan polenin, dişi çiçekteki "stigma" yani dişi üreme organına giden tüpün en uc noktasına sağlam bir şekilde tutunması içindir.Eğer bu dikensi yapilar olmasaydı polen rüzgarla geldiği gibi aynen savrulup başka yerlere sürüklenirdi. Bir bitkinin ürettiği polenlerin sayısı yüzbinleri bulabilir.Sanıyoruz, bitkinin neden bu kadar çok sayıda polen ürettiğini merak ediyorsunuzdur.Bunun nedeni ise hayli ilginç. Üretilen polenlerden çok azı rüzgar ve böceklerle dişi çiçeğe ulaştırılmaktadir.Diğer polenler ise dişi çiçeğe ulaşamaz.Rüzgarların etkisine kapılarak başka yerlere yada yanlış çiçeğe ulaşırlar.Bitki ise, ürettiği polenlerin kendi cinsindeki dişi çiçeğe ulaşma olasılığını arttırmak için 15-20 polen değil yüzbinlerce polen üretir.
Polenlerin dişi çiçeğe ulaştırılmalarında büyük rolleri olan böcekler, erkek çiçeğin alımlı renklerine aldanarak çiçeğin etrafında gezinmeye başlarlar.Bu gezinme esnasında bitkinin anterine sürtünürler.(Resimde polen üreten anterler sarı renkte görülüyor).Tabii anterlere sürtündükce polenler böceğin her tarafına bulaşır.
Bazı bitkiler vardır ki polenlerini böceklere bulamak için kullandıkları yöntemler insanı hayrete düşürmektedir. Böcekler nektar aramak için çiçeğin anterlerinin etrafında dolaşmaya başlayınca çiçeğin yaprakları (yukarıdaki resimde 9 numaralı bölge) süratle kapanır ve böceği içine hapseder.Böcek hapsolunca kaçmak için çırpınmaya başlar.Çırpındıkça polenler üzerine daha fazla bulaşır. Aradan bir gün geçtikten sonra yapaklar açılır ve böcek özgürlüğüne kavuşur.Tabii her tarafı polene bulanmış bir vaziyette.Çiçek böylelikle hapsettiği böceğe polenlerini bulaştırarak dişi çiçeğe ulaşmasını sağlar. Gercekten akıllıca bir plan. Bu akıllıca plan, doğadaki milyonlarca canlı türü içerisinden yanlızca bir bitki türüne aittir.Her canlının kendine özgü harikulade üreme, beslenme, korunma ve avlanma yöntemleri vardır. Polenler dişi çiçeğe ulaşınca tüp şeklini almaya başlarlar.Bu şekle girmeleri, gerek stilus (dişi üreme organına giden ince yol) içerisine rahat girmek gerekse ovaryumdaki diğer eşey hücresiyle birleşme kolaylığı açısından önem taşır. Polen, stigma üzerine geldiğinde, stigmanın salgıladığı bazı besin maddelerini kullanarak tüp şeklini almaya başlar.Aşağıdaki resimde polenin tüp şekli net olarak görülmektedir.
Polenin tüp şekline değişmeye başlamasıyla dişi üreme organına olan yolculuğu baslamış olur.
Dişi üreme organına varan polen, burada dişiye ait DNA nın yarısını taşıyan diğer eşey hücresi (yumurta) ile birleşerek zigot'u meydana getirir.Bundan sonra zigottan bir embriyo ve embriyodan da yavru bir bitki husule gelir. Bütün bu olaylar dizisi tamamen programlanmış olup her bilgisi DNA da saklanmaktadır. Bu noktada aklınıza " Polen ya yanlış bir bitkiye rast gelirse ne olur ? " şeklinde bir soru gelebilir.Bu sorunun cevabı, bitkilerin üreme mekanizmalarındaki üstün tasarımın ne kadar akıllıca planlandığını gözler önüne sermektedir. Eğer dişi çiçeğin stigmasına başka bir bitkinin poleni denk gelirse bitki poleni derhal imha eder. Polen daha stigmanın üzerine gelir gelmez üretilen bazı salgı maddeleriyle etkisiz hale getirilir.Fakat bitki daha kapsamlı bir önlem alarak, stigmanın devamı olan stilus kanalına bir sıvı salgılayarak stilusun tıkanmasını sağlar.Bu tıkanma vesilesiyle polen stilusa girse bile oluşan tıkaç yüzünden ovaryuma kadar ilerleyemeyecektir. Peki bitki kendi polenini nasıl tanımaktadır ? Bitkinin kendi polenini tanıması yine salgılanan bazı maddeler sayesinde olur.Salgılanan bu maddeler polen üzerinde olumlu bir etki yapar.Polenin kendiside bir tür salgı içerir ve bu salgıyı stigma uzerine bırakır.Tabii salgı doğru çiçeğe ait ise stigmanın polene karşı vereceği yanıt olumlu olacaktır.Yabancı bir çiçeğin poleninin salgısı ise aksine, stigma üzerinde olumsuz etki yaratacak ve stigma derhal poleni etkisiz hale getirecektir. Yazımızın ilk bölümlerinde erkek üreme organları ile dişi üreme organlarının aynı çiçek üzerinde bulunmasına rağmen bitkinin kendi kendini döllemesini engelleyecek bazı mekanizmalardan bahsetmiştik.Yabancı polen için uygulanan bu koruma mekanizmaları aynı şekilde bitkinin kendi poleni içinde uygulanır.Bir bitki ancak kendi türünden baska bir çiçeğe ait polen tarafından döllenebilir.Ayrıca mevsimsel gelişme farklılıklarıda kendi kendini dölleme olayına engel teşkil eder. Mesela bitkinin polenleri ilkbaharda gelişmelerini tamamlayabiliyorlarsa, ovaryumları ise sonbahar yada yaz aylarında gelişmelerini tamamlarlar.Eşey hücrelerinden birisi geliştiginde diğeri henüz gelişme aşamasında olacağından birbirlerini dölleme imkanı olmaz. Saydığımız bu koruma mekanizmaları, gerek fiziksel gerekse kimyasal olarak bitkiler arası mucizevi bir anlaşma sistemini ortaya koymaktadır

15 Kasım 2014 Cumartesi

Türkiyedeki Güzellikler


ANKARA KALESİ

Türkiye’nin başkenti Ankara, müzeler ve diğer kültürel etkinliklerle doludur. Kültür ve tarih adına çok şey bulabileceğiniz bir şehirdir. Şehrin kimliğine katkı yapan tarihi eserlerin başında otantik çevresi ile şehrin hemen her yerinden görülebilen Ankara Kalesi gelir. Kedisi, keçisi, tiftiği, tavşanı, armudu, balı, çiğdemi ve Kalecik Karası denilen misket üzümü ile ünlüdür.


ANTALYA KALESİ
Eski şehirde sayısız harabe ve tarihi bina bulunmaktadır. Cennet gibi kumsalları ve turkuvaz deniziyle, Akdeniz’in en güzel plajlarına sahiptir. Buna bir de arkeolojik hazinelerini eklediğinizde, müthiş bir tatil ve gezi bölgesidir.


AYASOFYA
Bizans İmparatoru I. Jüstinyen tarafından M.S. 532 - 537 yılları arasında İstanbul`un tarihi yarımadasındaki eski şehir merkezine inşa ettirilmiş bazilika planlı bir patrik katedrali olup, 1453 yılında İstanbul`un Türkler tarafından alınmasından sonra, Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye dönüştürülmüştür. 1935 yılından beri ise müze olarak hizmet vermektedir.



BODRUM
Dünyanın 7 harikasından Mavsolos`un Mozolesi Halikarnassos şehrinde inşa edilmiştir. Depremler ve istilaların etkisiyle zamanla yıkılan mozolenin mermerden taşları Bodrum Kalesinin yapımında kullanılmıştır. Hem dünyanın hem de Türkiye’nin en çok turist çeken bölgelerinden biridir. Aziz Peter kalesine de ev sahipliği yapan Bodrum’un görülmeye değer manzarası, tarih ve kültürle birleşerek Bodrum’u özel bir yer haline getirmiştir.



BURSA ULU CAMİ
Marmara Denizi’nin güneyinde bulunan Bursa’nın nüfusu 1.8 milyondur ve Osmanlı İmparatorluğunun 1326 yılındaki ilk başkentidir. Türkiye’nin en büyük kayak merkezi olan Uludağ’ın eteklerindeki Bursa Türkiye’deki en çok cami ve mezarının bulunduğu şehirdir. Çok farklı mimari stillerini barındırmaktadır. Bursa alışveriş merkezleri, parkları, müzeleri ve çarşısıyla meşhurdur. Ulu Cami bunların arasında en önemli yapılardan biridir.


DİYARBAKIR SURLARI
Bizans surları hala sağlam olan şehir Doğunun Paris’i olarak da bilinir. 9000 yıllık tarihi bir geçmişi olan şehrin, suru, camileri, kiliseleri ve yemekleri meşhurdur. Ulu Camiyi, Nebi Camiyi, Bakire Meryem Kilisesini, İskender Paşa Camisini, arkeolojik müzeleri görmelisiniz. Ziya Gökalp ve Cahit Sıtkı Tarancı Müzeleri de burada bulunmaktadır.


EFES
Türkiye’deki en büyük arkeolojik alandır. Geçmişi Yunan ve Roma tarihine dayanan Efes Antik Kenti, Akdeniz ülkeleri arasında en iyi muhafaza edilmiş harabelerdir. Dünya’nın 7 harikasından biri olan Artemis Tapınağı buradadır ve mutlaka görülmesi gerekmektedir. Bakire Mary’nin son günlerini yaşadığı yer olarak kabul edildiği için Hıristiyanlara göre özel bir bölgedir.


HATTUŞAŞ
Hattuşaş, Hititlerin geç tunç çağı dönemindeki başkentidir. Çorum ilinin 82 km güneybatısındaki günümüzdeki adıyla Boğazkale ilçesinde bulunmaktadır. Kent, tarih sahnesinde, Hitit İmparatorluğu`nun MÖ 17. ile 13. yüzyıllar arasında başkenti olarak yer almıştır. Hattuşaş`a 1986 yılında UNESCO Dünya Mirasları listesine dahil edilmiştir. Hattuşaş Çorum`un Sungurlu ilçesinin güneydoğusunda Boğazkale ilçesinin 4km doğusundadır. Aslanlı Kapı ve Sfenksli Kapı’yı görmeden ayrılmayın.


İSTANBUL TARİHİ YARIMADA
Avrupa’nın en sevilen şehirlerinden biridir. Benzersiz bir gece hayatı sunan İstanbul, sadece Türkiye’de değil dünyada da görmeniz gereken ilk şehirlerden biridir. Kültürel hazineleri ve kıtaları bağlayan Boğaz köprüsü ile özel bir ziyareti hak etmektedir. Ünlü cami ve kiliselerinden (Sultan Ahmet Camisi, Süleymaniye Camisi ve Aya Sofya) Topkapı Sarayı gibi saraylara ve Kapalı Çarşısına kadar, unutulmayacak bir deneyim sunar İstanbul.


İZMİR SAAT KULESİ
Türkiye`nin üçüncü büyük metropolü ve önemli bir fuar merkezi olan liman kentidir. İzmir`in batısında denizi, plajları ve termal merkezleriyle Çeşme Yarımadası uzanır. Antik çağların en ünlü kentleri arasında yer alan Efes, Roma’nın imparatorluk devrinde dünyanın en büyük kentlerinden biriydi. Tüm İyonya kültürünün zenginliklerini bünyesinde barındıran Efes, yoğun sanatsal etkinliklerle de adını duyurmaktadır. İzmir arkeoloji müzesi ve Atatürk müzesi görülmeye değerdir.


KAPADOKYA
Türkiye’deki UNESCO Dünya Mirası koruma alanlarından biridir. Peri Bacaları diye bilinen muazzam coğrafi şekilleriyle ünlüdür. Ürgüp de burada ziyaret edebileceğiniz iyi bir yerdir. Göreme Vadisi’nde mağara evleri mutlaka görmelisiniz.


KUŞADASI
Türkiye Aydın kıyılarındaki bir liman kenti olan Kuşadası, Efes harabelerine yakın bir bölge olarak da bilinir. Ama bunların dışında hareketli gece hayatı ve harika plajlarıyla kendi güzelliklerine de sahiptir. Restoranları, iyi otelleri ve sayısız plajıyla tam bir tatil beldesidir. Kuşadasına adını veren Bizans Kalesini, ve diğer bazı müzeleri ziyaret edebilirsiniz.


MARDİN EVLERİ
Geçmişi Büyük Tufan’a kadar uzanmaktadır. Sayısız medeniyete ve bunların kültürel mirasının kalıntılarına ev sahipliği yapmıştır. Her çağa ait özel ve belirleyici sembol ve kalıntılara sahiptir. Mezopotamya düzlüklerine bakan bir tepededir Mardin. Suriye ve Irak’a sınır komşusudur. Tarih ve kültürün harika bir karışımı olan Mardin’e, benzersiz bir deneyim için mutlaka uğramalısınız.


NEMRUT
Türkiye’nin doğusunda Adıyaman ilinin Kâhta ilçesindeki Ankar dağları yakınında bulunan Nemrut Dağı, en göz kamaştırıcı tarihi kalıntılardandır. Milattan önce 1.yy.a dayanan geçmişi, etrafını kocaman heykellerin sardığı bir mezarlıktır. Hem Yunan hem de Pers mirasını yansıtmaktadır. Kommagene kralı Antiochus Theos, MÖ 62 yılında bu dağın tepesine, pek çok Yunan ve Pers tanrısının heykelinin yanı sıra kendi mezar-tapınağını da yaptırmıştır. Mezarda, bir kartalın başı gibi, tanrıların taş oymaları bulunur.


OLIMPOS
Antalya`ya 85,7 km. uzaklıkta, Caretta Caretta kaplumbağalarının yavrulama alanı olduğundan sit alanı olarak korunan, genellikle üniversite öğrencilerinin ve sırt çantalı Turistlerin tercih ettiği tatil köyü. Ağaç evleri, çadır mekanı olarak kullanılabilecek açık alanları, Likya Yolu üzerinde bulunması önemli özellikleridir. Beydağları - Olimpos Sahil Milli Parkı sınırları içinde yer alır. Çıralı Plajı yatlar için en önemli kıyılardan biridir. İsmini bir Yunan Mitolojisinden almıştır.


PAMUKKALE
Güneybatı Türkiye`deki Denizli ilinde doğal bir mevkidir. Kent kaplıcaları ve akan sulardan kalan karbonat mineralleri teraslarını, kalker travertenleri kapsamaktadır. Türkiye`nin İç Ege bölgesinde, ılıman bir iklimi olan Menderes Nehri vadisinde bulunur. Dünya Mirası Koruma Alanıdır.


SELİMİYE CAMİİ
Selimiye Camii Edirne`de bulunan, Osmanlı padişahı II. Selim`in Mimar Sinan`a yaptırdığı camidir. Sinan`ın 90 yaşında yaptığı ve "en iyi eserim" dediği Selimiye Cami gerek Mimar Sinan`ın gerek Osmanlı mimarisinin en önemli yapıtlarından biridir. Caminin kapısındaki kitabeye göre yapımına 1568 (Hicri:976) yılında başlanmıştır. Caminin 27 Kasım 1574 Cuma günü açılması planlanmışsa da ancak II. Selim`in ölümünün ardından 14 Mart 1575`te ibadete açılmıştır.


SÜMELA MANASTIRI
Trabzon ili, Maçka ilçesi, Altındere köyü sınırları içerisinde yer alan Panagia deresinin batı yamaçlarında Kara Mela tepesi üzerinde deniz seviyesinden 1.150 m yükseklikteki eski Yunan Ortodoks manastır ve kilise kompleksidir. Trebizon İmparatorluğu dönemindeki en prestijli manastırdı. efsaneye göre Atina`lı Barnabas ile Sophronios adlı iki keşiş aynı rüyayı görmüşler; rüyalarında, İsa’nın öğrencilerinden Aziz Luka’ın yaptığı üç Panagia ikonundan, Meryem`in bebek İsa’yı kollarında tuttuğu ikonun bulunduğu yer olarak Sümela`nın yerini görmüşler. Bunun üzerine birbirlerinden habersiz olarak deniz yoluyla Trabzon`a gelmiş, orada karşılaşıp gördükleri rüyaları birbirlerine anlatmış ve ilk kilisenin temelini atmışlardır.



TOPKAPI SARAYI
İstanbul Sarayburnu’nda bulunan ve 600 yıllık tarihinin 400 yılı boyunca devletin yönetiminin yürütüldüğü bir zamanlar 4000’e yakın kişinin yaşadığı Hakkında söylenecekler sonsuz olduğu bir saraydır. 1478’de Fatih Sultan Mehmet’in emriyle inşa edildiğinden beri sayısız hırsızlık girişimine ve savaşlara şahitlik etmiştir. Büyük turist kitlelerini kendine çeken ve 1985 yılında UNESCO Dünya Mirasları Listesi`ne giren İstanbul Tarihî Yarımada içerisindeki tarihi eserlerin en başında gelen Topkapı sarayı günümüzde müze olarak hizmet vermektedir.


URFA BALIKLI GÖL
Türkiye`nin Güneydoğu Anadolu Bölgesinde bulunan bir şehridir. Urfa kent merkezinin altında bugünkü Balıklıgöl`ün kuzeyinde yapılan bir keşif sonucu, Urfa kent merkezi tarihinin MÖ. 9500`e Çanak-Çömleksiz Neolitik Döneme kadar uzandığı görülmüştür. 11.500 yıllık tarihi süreç içerisinde Ebla, Akkad, Sümer, Babil, Hitit, Hurri-Mitanni, Arami, Asur, Pers, Makedonya, Roma, Bizans gibi uygarlıkların egemenlikleri altında yaşamıştır. Peygamberler şehri olarak bilinir. O kadar eski bir tarihi var ki, Âdem ile Havva’nın, Hz. İbrahim’in, Hz. Musa’nın, Hz. İlyas’ın, yaşadığı yerdir. Balıklı göl, İbrahim Peygamberin ateşe atıldığında düştüğü yer olarak bilinir ve kutsal balıkları ve çevrelerindeki tarihi eserler ile Şanlıurfa`nın en çok ziyaretçi çeken yerlerindendir.

14 Kasım 2014 Cuma

Likenler

LİKENLER

LİKENLER


Likenler, mantarlar ile fotosentez yapan mikroorganizmalardan (alg) meydana gelirler. Liken tallusu tabakalar halinde ototrof algler ile fungus (mantar) hiflerinden oluşur. Burada alg yeşil alg veya mavi-yeşil alg ya da her ikisi de olabilir. Algler likenin mantarına organik besin maddesiyle oksijen sağlar; mantar ise likene solunumla CO2, su ve mineral sağlar.
Likenler genellikle ışığı çok fazla olan yerlerde gelişirler, bu yoğun ışık ototrof likenin fotosentez sistemine zarar vermemesi için mantarlar sarı, turuncu ve kırmızı bileşikler üretirler. Likenlerin 25000 türü olduğu düşünülmektedir, ancak bu türün aynı ortak atası olan değil farklı atalardan türedikleri DNA çalışmalarıyla ortaya çıkarılmıştır. Likenlerin tallusu fungus (mantar) hifleriyle alglerden meydana gelmiş morfolojik ve fizyolojik bir birliktir. Bu birlik bitkiler aleminde ortak yaşaın (simbiyoz) en iyi örneklerinden biridir. Böylece alg ve mantar ayrı ayrı kendilerine uygun gelmeyecek ortamlarda birlikte yaşarlar. Tallusa katılan algler ya bir hücreli veya ipliksi CYANOPHYCEAE veya CHLOROPHYCEAE’dir. Mantarlar çoğunlukla ASCOMYCETES’dendir. İlkel tiplerde, mantarların miselyumu alg tarafından salınan musilaj içinde bulunur. Musilaj mantara elverişli bir ortam temin eder. İpliksi likenlerde mantar hifleri alg ipliğinin etrafını sarar. Böylelikle bütün bu tiplerde likenin şekli alg tarafından tayin edilmiş olur. Burada her iki organizmanın birleşmesi aşağı yukarı rastlantı sonucudur. Hem algin hem de mantarın bütün liken tallusunun enine homojen olarak dağılmış oldukları bu tür ilkel yapılı likenlere HOMEOMERİK denir. Daha gelişmiş tiplerde şekil mantar tarafından tayin edilir. Bunlarda her iki organizma ayrı ayrı bölgelerde bulunduğundan HETEROMERİK adını alır. Mantar üst bazende alt tarafta az çok yoğun korteks oluşturur, aynı zamanda ortada gevşek bir örgü meydana getirir. Alg hücreleri de (GONİDİYA) ya gruplar halinde veya kapalı bir tabaka oluşturarak dış korteksin tam altında yer alırlar.
Birçok likenlerde birliğe iştirak eden organizmaları suni kültür ortamlarında ayrı ayrı yetiştirmek mümkün, olmuştur. Bu deneylerde kaide olarak alg mantardan daha iyi gelişir. Böyle ayrı olarak yetiştirilen mantarın şekli bazen ait olduğu likenin şekline benzerse de likenin tipik şeklinin meydana gelmesi için her iki organizmanın da birleşmesi gerekir. Bu da simbiyoz yaşamın şekil verici etkisi olduğunu gösterir. Simbiyosise iştirak eden organizmaların arasındaki fizyolojik işbirliği şudur: Alg klorofili olduğundan fotosentez yapar ve bütün birliğin karbonhidrat gereksinimini karşılar. Diğer taraftan mantar, ekseriyetle suyun ve madensel maddelerin alınmasını sağlar. Bazen asitlerde saldığından kayaları da eritebilir. O zaman liken ortam oluşturan taşların derinliklerine girer (ENDOLİTİK LİKENLER).
Eğer mantar su teminini üzerine alırsa bu iş için fazla şişme kabiliyeti olan özel hifler meydana getirir. Diğer taraftan alg hücrelerinin yakınında bulunan hif örgüsü hidrofobik liken asitlerinin oluşumu dolayısıyla ıslanmaz. Böylece fotosentezin devamı için gerekli olan hava boşlukları daima açık tutulur. Kaide olarak simbiyosisten asıl faydalanan mantardır. Ortakların her ikisi de tek başlarına iken yaşayamayacakları ortam koşullarına birlik halinde iken dayanabilirler.
SINIFLANDIRILMALARI
Tallus şekillerine göre likenler başlıca üç tip’e ayrılır:
a- Kabuksu likenler: Tallusları yassıdır. Ortamlara hiferini sokarlar. Bazen kayaların yüzeylerini eritip derinlere girerler. Önemli cinsleri: LECONARA ve GRAPHİS.
b- Yapraksı likenler: Tallus küçüklü büyüklü loblar halindedir. Ortamlarına rizoid halinde hifler gönderirler. Önemli cinsleri: PARMELİA ve CETRARİA.
c- Dalsı likenler: Tallusları diktir veya ağaçtan sarkarlar. Genellikle dallıdırlar. Önemli cinsler: USNEA ve CLADONİA.
ÜREMELERİ
Likenler, tallustan ayrılan ve mantar hifleri tarafından sarılmış birkaç alg hücresinden oluşan topluluklarla vejetatif olarak ürerler. Bu topluluklar SOREDİYUM adını alırlar. Uygun ortamda gelişerek yeni tallusu yaparlar. Eşeyli olarak ise ancak mantar eşeyli ürer. Alg yalnız vejetatif olarak çoğalır. Mantar eşeysel üreme sonunda APOTEZYUM veya PERİTEZYUM denen fruktifikasyon’ları meydana getirir. Bu organlarda himenyumda bulunan parafizlerin (kısır hücrelerin) sayısı kadar fazladır. Ayrıca bu fruktifikasyolar, serbest yaşayan mantarlarınkine göre daha uzun ömürlü ve dayanıklıdır. Askosporları dışarı atıldıktan sonra çimlenir ve uygun alg hücrelerine rastlarsa yeni bir liken birliği meydana getirirler.
YAŞAMA ORTAMLARI
Likenler, kayaların, toprakların ve epifit olarak ağaçların üzerinde yaşarlar. Likenler kuraklığa karşı olağan üstü dayanıklıdırlar. Aylarca susuz kaldıkları halde uyku halinde yaşayabilirler. Bu devrede havadan aldıkları çok az miktardaki su buharıyla geçinirler. Kayaları eritebildiklerinden toprak oluşumunda rol oynarlar. Gayet yavaş büyürler, senede ancak birkaç santimetre artarlar. Likenler, çıplak kayalık alanları ilk olarak örten bitkiler arasındadırlar. Saldıkları asitlerle kayaları eriterek toprak oluşturdukları gibi ölen talluslarından da organik madde biriktirirler. Bu işlemler çok yavaş olur fakat bir süre sonra yeter miktarda toprak ve organik madde birikince bu sahada yosunlar ve eğreltiler yerleşebilir. Likenlerin bazıları, bazı hayvanlar için besin kaynağıdır. Bazı çöl bölgelerinde bir çeşit liken tallusu öğütülerek ekmek yapımında kullanılır.
Likenlerin en önemli kullanılış yerleri, boya endüstrisidir. Likenlerden çeşitli renk boya elde edilir. Ayrıca, pH tayininde kullanılan kağıt ta likenlerden elde edilen boya ile hazırlanır. Bazı türlerden de bir çeşit antibiyotik elde edilir.
LİKENLERİN ATMOSFER KİRLİLİĞİ BAKIMINDAN ÖNEMLERİ
Likenler atmosfer kirliliğine ve özellikle kükürt dioksite karşı çok duyarlıdırlar. Bu özelliklerine dayanarak insanlar hava kirliliğini kontrol etmek için likenleri kullanırlar. SO2 yoğunluğu 35 ppb’ye ulaştığında likenler tamamen yok olurlar. Halbuki büyük şehirlerde SO2 miktarı ortalama olarak 100 ppb’ye kadar çıkabilir. Sky (1968) yaptığı çalışmalarda likenleri kirlenme derecelerine göre 5 farklı bölgeye ayırmış ve en kirli olan birinci bölgede likenlerin tamamen kaybolduğunu göstermiştir.
Az dozlardaki SO2 gazının likenlerin talluslarının (gövdeleri) taşıma gücünü azalttığını göstermiştir, dolayısıyla likenin lobları dikine değil yanlara doğru büyür. Likenlerin SO2 gazına karşı duyarlı olmalarının nedeni, kabuk veya taşlar üzerinde beslenme elementlerince fakir ve steril substratların üzerinde epifit olarak yaşayan bu çiçeksiz bitkilerin çok özel durumlarından kaynaklanmaktadır. Likenler ayrıca havadaki radyoaktif elementleri de biriktirirler, dolayısıyla atmosferdeki radyasyon seviyesinin izlenmesinde de kullanılırlar. Örneğin kutupaltı bölgelerde yaşayan ren geyiklerinin temel ürünü olan CLADONİA türü radyoaktif elementleri çok biriktirirler. Ren geyiklerini yiyen Eskimo’larda bu tür kirlenmelerden çok fazla etkilenmişlerdir. Özellikle Çernobil nükleer kazasından sonra Ren geyiklerinin eti ve sütü kullanamaz hale gelmiştir.
 


 

11 Kasım 2014 Salı

Kaktüs




Kaktüsgiller

 
    
Vikipedi:TaksokutuVikipedi:Taksokutu
Kaktüsgiller
Opuntia9 filtered.jpg
Bilimsel sınıflandırma
Âlem:Plantae (Bitkiler)
KladAngiosperms
(Kapalı tohumlular)
KladEudicots
(İki çenekliler)
KladCore eudicots
Takım:Caryophyllales
Familya:Cactaceae
(Kaktüsgiller)
Juss.
Cinsler
Metne bakınız.
Kaktüsgiller (Cactaceae), gövdeleri etli ve yaprakları diken şeklini almış bir çiçekli bitkiler familyası.
Kaktüs, cins adı olmamasına rağmen, kaktüsgiller familyasını oluşturan gövdeleri etli, yassılaşmış ve sulu olan, yaprakları diken şeklini almış bütün çiçekli bitkilere verilen ortak addır.
Genellikle çöllerde ve tropiklerde yaygınlardır. Sukkulent gövdeleri aynı zamanda özümleme görevini de yapar.
Çölde yetişen Saguaro, en büyük kaktüslerden biridir. Yetişkinleri genellikle 12 metre boya ulaşır, nadiren de 15 metreyı aşanları bulunur.
Kaktüsler çok yağış ve su istemeyen bitkilerdir. Genellikle çöllerde ve sıcak iklimlerde yetişirler. Kökleri çok uzun ve kalındır. Bu özellikleri ve yapraklarının diken şeklinde olması, onları diğer bitkilerden ayırır. Kaktüslerin eni ve boyu iyi beslendiği takdirde oldukça uzun ve kalındır. Bazı kaktüslerin dikenleri zehirli olabileceği gibi, her şekilde deriye battığında ince dikenleri yüzünden çok can acıtırlar ve çıkarılmaları zordur.

Ziraat

Kaktüs sağlığa yararlı bir ev bitkisidir. Çocuklar ve evcil hayvanlardan uzak ışık alan bir köşede bulundurulmalıdır. Her bitki gibi zamanla topraktaki vitamin ve mineralleri tüketen bitkiye yılda en az bir kere vitamin ve mineral desteği sağlanmalı, toprağı tazelenip havalandırılmalıdır seyrek aralıklarla özellikle yazın az su damlatılabilir. Saksı değişimi 5-6 yılda bir kere olsa yeterlidir.

 

9 Kasım 2014 Pazar

Kemik

Kemik dokusunun oluşumu genel olarak iki aşamada gerçekleşmektedir. Öncelikle bu iş için özelleşmiş hücreler tarafından kemik dokusunun organik kısmı salgılanır. Daha sonra oluşan ara maddenin mineralizasyonu gerçekleştirilir. Kemik dokunun histogenezi (osteogenezis) iki çeşittir.

1-İntramembranöz Kemik Gelişimi(Direkt Ossifikasyon)
Bu kemik gelişiminde embriyonal bağ dokusundan doğrudan doğruya kemik dokusu oluşmaktadır.İskeletteki kısa kemiklerin gelişimi ile uzun kemiklerin kalınlaşması bu yolla sağlanmaktadır. İskelette bu yolla oluşan kemiklere membran kemikler adı verilmektedir. İntramembranöz kemikleşmeye bazı yüz kemikleri ile kafa tasının örtücü, yassı kemikleri örnek verilebilir.

İntramembranöz kemikleşmenin başlangıcı. Mezenkim hücreleri halka yaparak osteoblastların farklılaştığı blastemayı meydana getirirler.(Sungueira , L.C. , Carneiro , J. , Kelley , O.D. :Temel Histoloji'den)
2-İntrakartillajinöz Kemik Gelişimi (İndirekt veya Endokondral Ossifikasyon)
Endokondral kemikleşmede öncelikle ileride oluşacak kemiğin taslağı olarak hiyalin kıkırdak gelmekte, daha sonra bu kıkırdak modelinin üzerine kemik dokusu yapılmaktadır. Fakat hiçbir zaman kıkırdak dokusu doğrudan kemik dokusuna dönüşmemektedir. Kıkırdak doku harabiyete uğrayarak kemik doku için gerekli temeli oluşturmaktadır. Meydana gelen kemik doku mezenşimden gelişmektedir. Kondral kemikleşmeye kafa tası kemiklerinin bazıları ile vertebra'lar ve bütün uzun kemikler örnek verilebilir.
Kondral kemikleşmede ortaya çıkan hiyalin kıkırdak ileride gelişecek kemiğin çok ufak bir maketi şeklindedir. Bu makette uzamış bir orta kısım(geleceğin diafizi), şişkince uç kısımlar ( geleceğin epifizleri ) ve bu iki kısım arasında küçük bir bölge bulunmaktadır(geleceğin metafizleri). Kemikleşme intra-utarin hayatın 40. gününde başlamakta ve 18-24 yaşına kadar sürebilmektedir. Kondral kemikleşmede öncelikle diafiz'de başlayıp, zamanla epifizlere doğru ilerlemektedir. Sekonder kemikleşme ise primer kemikleşmenin tamamlanmasını beklemeden epifiz bölgesinde başlamamaktadır. Bu bölgedeki kemikler ışınsal olarak büyümektedir. Kemikleşme olayları devam ederken iki bölgede kıkırdak yapı ortadan kalkmayıp özelliğini korumaktadır.Bunlardan birincisi epifiz kemikleştiği halde kıkırdak yapısını koruyan , epifizin dış kısmında bulunan Eklem Kıkırdağı(artikular kıkırdak) 'dır. İkincisi ise metafizin epifiz tarafında yer alan, kalınlığı 1-2 mm. olan ve epifizin kemik ökçesi ile sınırlanmış Büyüme Kıkırdağı(Epifizyal Plak )'dır. Ortadan kalkmayan bu iki kıkırdak kısmı arasında farklar bulunmaktadır. Eklem kıkırdağı tüm yaşam boyunca kıkırdak olarak kalmasına karşın, büyüme kıkırdağı belirli bir yaştan sonra kapanıp tamamen kemikleşmektedir. Ayrıca eklem kıkırdağı kemik büyümesine katılmayıp eklem bölgelerinde hareketi kolaylaştırırken, büyüme kıkırdağı kemiğin uzunluğuna büyümesini sağlamaktadır.

Endokondral kemikleşmeyi gösteren uzun bir kemiğin genel şekli. (www.turk-ortopedi.net)
2.1.Epifizyal Plak Gelişimi ve Yapısı
Kondral kemikleşme devam ederken maketteki değişiklikler kemiğin boyunun uzamasından daha hızlı olduğundan fötal hayatın 3.ayının sonuna doğru metafiz bölgesine ulaşır. 4.aydan itibaren maketteki değişiklikler yavaşlar ve metafiz bölgelerinde uçlardaki epifizlere doğru ilerler. Bu esnada maketin büyük eksenine dikey olarak bağ dokusu-damar filizlerinin kıkırdağı haraplaması görülür. Böylelikle epifizyal plak adı verilen büyüme kıkırdağı ortaya çıkar. Kemiklerin boyuna uzamasını sağlayan epifizyal plak fötal hayatın sonuna doğru açıkça belirir. Gelişime ve dış etkilere bağlı olarak erkeklerde ortalama 22-24 yaşlarına, dişilerde ise 20-22 yaşlarına kadar kıkırdak özelliğini korur ve işlevine devam eder.Kısacası fötal yaşamın 3.ayına kadar iskeletin başlıca uzun kemiklerinin her birinin diafizinde kemikleşme merkezleri görülmeye başlar .Daha sonra genellikle doğumdan sonra içte, epifiz endokondral kemikleşmenin başlangıncını belirten karakteristik hipertrofiyi gösterir, sırası geldiğinde de kan damarlarıyla doldurulur.
Epifizyal disk ortalama 1-2 mm. (bazı kaynaklarda 1,5 mm.) kalınlığında olup kemiğin orta bölümünü oluşturan diafiz bölgesi ile uç kısımlarını oluşturan epifiz bölgelerinin arasına yerleşmiş konumdadır. Çevresi perikondrium ve periostium'dan gelişin yapılarla kuşatılmıştır. Temel yapısını kemiğin diğer kısımlarına da oluşturan Hiyalin kıkırdak teşkil etmektedir.

6 Kasım 2014 Perşembe

Mantarlar Dünyasına Hoşgeldiniz

Hangi mantarlar yenilebilir?

Hangi mantarlar yenilebilir?

Doğada mantarlar özellikle yağışların başlamasıyla birlikte sonbaharda bol miktarda yetişmeye başlar.Bu mantarların hangisinin yenilebileceğini ancak uzmanları ayırt edebilir.Bundan dolayı güvenli olarak yiyebileceğimiz mantarlar hijyenik koşullarda üretilen pazarlanan kültür mantarlarıdır.Diğer mantar türlerini tüketmek sağlığmız açısından büyük riskler taşımaktadır.

 


Maya mantarlarının yararları nelerdir?


Maya mantarlarının yararları nelerdir?




Maya mantarları yediğimiz faydalı bazı yiyeceklerin oluşmasında çok önemli rol oynarlar.Örneğin ekmek yaparken un ve suyun karıştılması ile oluşturulan hamurun kabarmasını sağlayan mantarlardır.Bu mantarlar hamura katılan mayayıoluşturlar ve uygun koşullarda çoğalırlar.Aynı şekilde sütün peynire dönüşmesini ,sirkenin oluşmasını maya mantarları gerçekleştirir
Mantar çeşitleri :1-Şapkalı mantarlar 2-Kültür mantarları 3-Küf mantarları 4-Maya mantarları 5-Hastalık yapan mantarlar.


Hangi mantarlar zehirlidir


Hangi mantarlar zehirlidir





Doğada yetişen mantarların hangisinin zehirli olduğu ancak bu işin uzmanları tarafından bilinebilir .Mantarların zehirli olup olmadığını bakarak yada farklı ilkel yollarla anlamanın mümkün olmadığını söylüyor bu işin uzmanları.Önemli bir noktada en fazla mantarı bildiğini sananlar zehirleniyor.
MANTARLARLA İLGİLİ YANLIŞ BİLİNENLER:
1.Zehirli mantarlar çok çekici görüntüde olurlar.
2.Belirli bölgelerde yetişen mantarlar zehirlidirler.
3.Zehirli mantarlar gümüş kaşıkla kaynatılırsa kaşık kararır.
4.Pişirilince mantarın zehiri kaybolur.
5.Mantar yoğurt ile tüketilirse zehirlemez.
6.Çayırda yetişen mantarlar zehirli olmaz.

 

2 Ekim 2011 Pazar



MANTARLAR DÜNYASI DEĞERLENDİRME ARACI


MANTARLAR DÜNYASI DEĞERLENDİRME ARACI

Soru
Evet
Hayır
1.Mantarlar bitki midir?


2.Kültür mantarlarını mı yemeliyiz?


3.Zehirli mantarları yemek hayati tehlike yaratır mı?


4.Mantarların hepsi zehirli midir?


5.Maya mantarları yararlı mıdır?


6.Pişirilince mantarların zehirleri kaybolur mu?


7.Mantarların toprağın üstünde olan kısmı meyve midir?


8.Zehirli mantarları yoğurtla tüketmek zehirlenmeyi önler mi?


9.Renkleri güzel olan mantarlar zehirsiz midir?


10.Zehirlenme riski olmayan mantarlar hijyenik olarak üretilen kültür mantarları mıdır?


 

26 Eylül 2011 Pazartesi



Mantarlar hangi kısımlardan oluşur?


Bu web günlüğünde mantarlar hakkında bilgi edineceğiz.Mantarların yapısını ve çeşitlerini gözlemleyerek öğreneceğiz.Yararlı ve zararlı mantarları öğrenmenin bize neler kazandırdığını söyleyeceğiz.

25/09/2011

Mantarlar hangi kısımlardan oluşur?

Mantarın bölümleri konusunda yaptğım internet araştırmasında elde ettiğim bilgiler şunlardır:En üst bölümünün adı şapka kısmı ve şapka zarıdır.Şapka bölümünün altındaki silindir şeklindeki bölümün en üst kısmı yaka, az aşağısı ayak bu bölümün alt kısmı çorap bölümüdür.Mantarın toprağın üstündeki kısmının genel adı meyvedir.Toprağın altında kalan kısmının adı ise miselyum dur.




Yararlandığım kaynaklar:5.Sınıf fen ve teknoloji kitabı
İnternet